10. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı – Söyleşi Türü: Diyanet TV "Edebî" Programı Tam Metni
Merhaba sevgili öğrenciler, öğretmenler ve edebiyatseverler!
10. sınıf Türk Dili ve Edebiyatı dersi için MEB onaylı ders kitabınızda (sayfa 131, 2. Tema) yer alan söyleşi türü konusunu mu çalışıyorsunuz? Kitapta karekodla paylaşılan Diyanet TV "Edebî" programı videosunu eba.gov.tr üzerinden izlemenizi öneriyor, değil mi? İşte tam aradığınız içerik burada! Bu postta, videonun tam transkriptini (söyleşi metni şeklinde düzenlenmiş haliyle) paylaşıyorum. Ayrıca, kitabın istediği soruları (sunucunun beden dili, konuşmacının ses tonu ve beden dili, alternatif sorular) cevaplayacak şekilde detaylı analiz ekledim.
Google'da "10. sınıf söyleşi metni Diyanet TV Edebî karekod", "EBA edebiyat söyleşi örneği" veya "Divan edebiyatı söyleşi transkripti" diye aratırsanız bu sayfa karşınıza çıkacak – ders çalışırken zaman kazanmak için bookmark yapın! 😊
EDEBÎ DİNLEME/İZLEME METNİ (ANA METİN) – Tam Söyleşi Transkripti
(Diyanet TV "Edebî" Programı – Sunucu ve Ömer Demirbağ Hocanın Sohbeti)
Sunucu: Muhterem hocam, klasik edebiyatı konuşalım istiyoruz. Adı üstünde klasik edebiyat ama birisi Latince, birisi Arapça. Evet, burada bir kabullenmişlik. Şimdi kulağımızı, ağzımızı tırmalamıyor ama klasik edebiyat... Önce buradan başlayalım. Ne diyelim buna, nasıl diyelim hocam?
Ömer Demirbağ: Efendim, klasik kelimesi hemen eee, birbirine zıt her manaya çekilebilecek kıvraklıkta bir kelime. Mesela şöyle bir cümle kursam: “Canım, bırak bu klasik şeyleri!” desem, buradaki klasik deşifre. Evet, bilinmiş, eski anlamında gelmiş. Klasik edebiyat dediğimiz aslında Divan edebiyatımız. Eee, Divan Edebiyatı, klasik edebiyat, Ümmet edebiyatı, İslami dönem Türk edebiyatı gibi pek çok isimlerle anılır. Eee, Türklerin İslamiyeti kabullerinden sonra eee, Türklerin İslamiyetle birlikte tanıştığı, o zamana kadar bilmedikleri iki büyük cihan şümullü, iki evrensel kurum Türklerin hayatına giriyor: medrese ve tasavvuf. Ve Türkler bunlarla mayalanınca, o zamana kadar tek boyutlu olan Türk edebiyatı adeta bir kültürel patlamaya uğruyor, üç ana caddeye dönüşüyor: Tasavvuf Edebiyatı, saz edebiyatı ve Divan edebiyatı olarak yüzyıllar boyu kesintisiz bir şekilde Tanzimat’a kadar geliyor. Ondan sonra kısmen biraz sarsılmak, biraz yıpranmışlık uğramakla beraber günümüze de geliyor, günümüzde de devam edecek. Edebiyat bitmez. Fakat üzülerek belirteyim ki eee, bir takım politik hassasiyetlerle, birtakım ideolojik yönlendirmelerle çok zengin olan klasik edebiyatımız özellikle Cumhuriyet’ten sonra şiddetli bir reddediliş maruz kalmıştır. Adeta bir alerji davet eder duruma gelmiştir klasik edebiyatımız, hiç yokmuş gibi. Böyle olunca da bilhassa eğitim kurumlarında mütemadiyen bilim dışı birtakım eğitsel hurafelerle kötülenmek, edebiyatsız bir edebiyat vücuda getirilmeye çalışılmış. Abes olduğu için de imkânsız olmuştur. Nitekim Tanzimat’tan sonra meydana gelen işte Tanzimat 1, Tanzimat 2, Servet-i Fünun, Fecr-i Ati, Edebiyat-ı Cedide gibi oluşumların fazlaca uzun ömürlü olmamasının temelinde bu köksüzlük yatar. Klasik edebiyat, edebiyatın kökü demektir. Klasik edebiyatsız bir edebi süreç mümkün değildir, kadük olur, yarım kalır. Nitekim hep öyle de olmuştur. Diğer milletlerin edebiyatlarına baktığımız zaman iftiharla dünyaya ilan ederler klasik dönem verimlerini. Bizde ise klasik dönem mümkün olduğu kadar bilinmesin, unutulsun, es geçilsin diye maalesef uğraşılmış.
Sunucu: Hocam, bu “klas” kelimesi bir sınıf anlatmıyor mu? Sınıf anlamına da gelir. Ancak klasik edebiyat dedim, Divan edebiyatımızdaki Ümmet edebiyatı deniyor, eski Türk edebiyatı deniyor, farklı isimler alınıyor. Türklerin İslamiyeti kabullerinden sonra gelişen, medrese ve tasavvufla mayalanan, zenginleşen ve 700 sene kesintisiz devam eden, sayısız sanatkâr ve eser barındıran edebiyatımız bel kemiğidir. Onu alırsanız geriye birkaç roman, birkaç 23 Nisan şiiri kalır, edebiyatımız bundan ibaret olur. Şimdi bu klas, sınıfa ait olması dolayısıyla yani adı üstünde bir sınıfın edebiyatı vurgusu –çıplak anlamını söylüyorum– ama dolayısıyla mesela modern dönemde de geçmişte de bilebildiğim kadarıyla, tabii şimdi bir hadsizlik etmeyeyim...
Ömer Demirbağ: Estağfurullah.
Sunucu: Efendim, daha çok saray ve çevresinin, o şair ve patronaj ilişkisi içinde ortaya koyduğu bir edebiyat diye bir kabul var. Saraydan Hz. Padişah ve adamları şairlere caize verirlerdi, ulufe demeyeceğim, caize verirlerdi, para verirlerdi de onlar öylece şiir yazarlardı. Yoksa bu şiirin bir hayatiyeti, gerçekliği yoktu gibi bir şey var.
Ömer Demirbağ: Efendim, var idi. Eleştiri vardı. Yani hiçbir bilimsel temeli olmayan, eee, son derece yanlış, imkânsız bir şey. Yani 700 yıllık bir edebiyat sadece bu kadarcık bir çerçevede oluş ve devam edebilir mi? Sırf saraylara, padişaha yaranmak için övgü dolu şiirler söyleyecekler ve 700 yıl hep böyle devam edecek, 10 binlerce şair, yalnızca 18. yüzyılda 10.000 Divan şairi yetişmiş. Mümkün mü böyle bir şey? Osmanlı Sarayı’nın çok parası varmış demek ki. Ayrıca şu da vardır: sarayın yani devletin sanatkârı ödüllendirmesi daha medeni bir duruş mu olur? Batı’da da böyle bir... Elbette, elbette bu var. Ancak bütün Divan edebiyatını yalnızca buna bağlamak, buna hapsetmek, bununla tanımlamaya kalkışmak eee, yani bilimle uyuşması imkânsız bir söylemdir. Ve maalesef üzülerek söylüyorum, eğitim kurumlarında dahi bu hurafe öğretiliyor. Böyle bir şey yok. Zavallı Fuzuli, en büyük Divan şairimiz kabul edilir. Zavallı Fuzuli bırakın İstanbul’u, sarayı, Anadolu’yu bile görmemiş ömrü boyunca. Bağdat, Necef, Hille, Kerbela civarında yaşamış. Kendisine bağlanan 9 akçelik maaşı dahi alamamış, şikâyet yazmak zorunda kalmıştır: “Selam verdim rüşvet değildir.” Nabi Urfalı’dır, Nefi Erzurumlu’dur, Fuzuli Bağdatlı’dır. Daha bunun gibi binlercesi var. Bunların hepsi saray şairi, nereden saraya ulaşabilirler? Evet. Demek ki Süleyman Çelebi sarayı mı gördü? Zavallı. Evet, en çok günümüzde dahi popülarite açısından en yeni Türk şiirinin dahi yarışamayacağı Mevlid-i Şerif’i yazmış. Halk tarafından benimsenmek açısından hiçbir tür şiiri onun eseriyle yarışamaz. Bunun neresi saray? Maalesef kötülemek amaçlı böyle bir propaganda. Neden kaynaklandığı üzerinde ayrı bir program yapılabilir. Bunun siyasi gerekçeleri vardır. Evet, bir sürü sebepleri vardır. Ama bizim kadar kendi klasik birikimine bigâne bir toplum yoktur.
Sunucu: Bigâne ne demek hocam?
Ömer Demirbağ: El, yabancı, uzak, soğuk manasına gelir. Eee, bu da tabii feci bir kültürel... Kendi kültürel birikiminden uzak kalmanın neticesinde maalesef eee, Süleymaniye’yi Hazreti Süleyman’ın yaptırdığını söyleyenlere rastladım. Allah Allah. Eyüp Sultan’ı da Hazreti Eyyub peygamberle karıştıranlar gördüm. Bunun altında ne var? Kendi kültürel birikiminden habersiz olmak var. Maalesef bu böyle neticeler veriyor. İnanın bizim klasik edebiyatımız başka bir milletin edebiyatı olsaydı iftiharla bütün dünyaya yayarlardı, bütün dünyaya gösterirlerdi. Fakat öyle bir noktaya gelmişiz ki kendi kültürel birikiminin azametinden ürken, korkan tuhaf bir toplum ortaya çıkmıştır. Biz kendi kültürel birikiminden ürken bir toplumuz. Hep o örneği veriyorum, anlatılır: Yusuf aleyhisselamın torunlarından biri son derece çirkin, eciş bücüş bir şeymiş. Allah’ın hikmeti, Hazreti Yusuf’un torunu. Evet, çirkin. Böyle olunca da dedesinin güzel, efsanevi güzelliğinden ötürü çok rahatsız olurmuş ve oturup kalktığı her yerde dedesini kötüler dermiş: “Hazreti Yusuf’un torunu. Canım dedem rahmetli, dedem o kadar da yakışıklı değildi, sonradan millet efsane haline getirdiler.” filan dermiş. Bir gün yine dedesi hakkında atıp tutarken yaşlı bir kadıncağız bunu sopayla kovalamış. Kovalarken de arkasından şöyle bağırıyormuş: “Evladım, dedeni gördüğünde parmaklarını doğrayan kadınlardan biri de bendim.” Bizim Divan edebiyatımıza, kültürel birikimimize karşı bigâne bakışın altında bu kompleks yatar. Kedinin uzanamadığı ciğere pis demesindeki ve tilkinin uzanamadığı salkıma ekşi demesindeki eziklik yatar. Mesele budur. Yani tabii Osmanlı’nın dil tecrübesi çok büyük bir tecrübe hocam. Yani Osmanlı’nın şiirde, nesirde, metinde yer verdiği Arapça bugünkü Arapların kullandığından... Elbette bambaşka. Elbette almış, eritmiş, Türkçeleştirmek var. Orada büyük bir organizasyon tecrübesi var, yüzyılların birikimi de var.
Sunucu: Aynı zamanda işte şimdi buna karşı mesela ürkme tavrını ben doğrusu çok yadırgıyorum. Ürkme mi diyorsunuz hocam?
Ömer Demirbağ: Biraz o var. Eee, tabii ideolojik bir sürü hassasiyetler var, bir sürü refleksler var işin içinde. Yani mehter, mehterdeki enstrümanların çokluğuna bakarak sıkılmak ve “Ben sadece zurnayı dinleyeyim.” demenin şeyidir bu, kompleksidir bu maalesef. Yani koskoca bir İslam medeniyetinin sesidir senin edebiyatın. Osmanlı, Emeviler ve Abbasilerden sonra 3. büyük Osmanlı medeniyetidir. O medeniyetin kelam sahasındaki mesajı ise klasik edebiyatımız. Evet, koca bir uygarlığın sesidir. Elbette içinde Arapçası olacak, Farsçası olacak. Kabile edebiyatı değil ki bu. Evet. Ama biz “Sadece zurnayı dinleyelim.” diyoruz. Olmaz, olmaz. Koca bir orkestra var karşında. İftihar etmeniz gerekirken biz bunları ürküyor, korkuyoruz, kaçıyoruz. Oysa birikimden faydalansın. Eğer bıçak gibi kesip atmasaydı, itelemesi, ötelemesi, bugünkü edebiyat dünyamızdaki ilham bereketsizliği ve eser verme kabızlığı olmazdı. Faydalanırdık. Düşünün, Aztek medeniyeti ve Maya uygarlığı bile günümüzde belgesellere konu oluyorsa bu demektir ki kültür ve birikim yok edilemez. Evet, en fazla birkaç neslin gözünden kaçırabilirsiniz. O yine erbabını bulur, yorumlanır, ortaya çıkar. Bugün sayenizde ve birkaç hoca sayesinde böyle oldu zaten değil mi?
Sunucu: Estağfurullah.
Ömer Demirbağ: Efendim, estağfurullah. Yani eskilerin “Göl yeri susuz kalmaz.” diye bir sözü var. Başta Hayati İnanç Bey, hocam Ömer Tuğrul İnanç merhumu, İskender Pala hocamızı sayabiliriz. Gerçekten bir kültürel birikimimiz, toplumun haberdar olmasını sağlamada tabi ileri adımlar atmış, katkılar sunmuşlardır. Tabii sizin malumlarınız, seyircilerimiz de Mehmet Çavuşoğlu hoc... Tabi tabi, tarlanı maz bilim adamlarını demedim, ben günümüz için söyledim. Hepsini Allah rahmet eylesin.
Sunucu: Şimdi hocam, fakat bu bizim eski şiirimiz, kadim şiirimizin kendi içinde de öncekilerle evet, selefle bir hesaplaşma var. Daha önceki şiirle, edebiyatla mesela Şeyh Galip’im var: “Tarzi selefe tekaddüm ettim.” Başka lisan tekellüm ettim, bir başka lisan tekellüm ettim. Evet, neden? Tarzı selefe, öncekilerin tarzına tekaddüm etmekten... Bak, bu sizin dediğiniz bağlam için de değil mi?
Ömer Demirbağ: Eee, şöyle bir kere sanatkâr kıskançlığı diye bir şey vardır. Bütün sanatkâr... Sanatkâr kıskançlığı. Tabii o var. Hele hele şairlerde eşsizlik tutkusu vardır. “Ben herkesten farklı olmalıyım, herkesten değişik olmalıyım.” Bu özellikle şairlerde öyle önüne geçilmez bir arzudur ki eee, orijinalliği burada yakalıyorlar. Ancak genel anlamda Türk edebiyatı içinde klasik edebiyatına karşı çıkış değildir. Bu, bu son derece geniş, zengin, derin, boğucu bir hazineden çok farklı faydalanma isteğidir. “Tarz-ı selefe takaddüm ettim.” Selefin de arkasına geçtim demek istiyor, onlardan da öncesine geçtim demeye getiriyor. Orijinalite anlatıyor. “Ben hepsinden değişigim, hepsinden farklıyım.” Mesela Leyla ile Mecnun’u yüzler şair işlemiş, hikâye aynı, kişiler aynı. Evet, fakat yorumlar o kadar farklı ki hikâye orijinal değil ama işleyiş biçimleriyle ön plana çıkmışlar. Şimdi burada önümde Nefi’nin bir beyti var hocam, bu tarzı selefe tekaddüm etmek, hatta onlardan da öne geçmek, daha orijinal söylemek bağlamında: “Büte secde olalı görmedi bir kimse dahi / Bikr-i fikrim gibi bir şuh dilaşup sanem.” Evet, fikrinin bikrini yani orijinalitesini... Evet, ben benzersizliğini, benzersizliğini vurguluyor. Hemen hemen eee, her şair kendi içinde bu iddiayı taşıdığına göre aslında klasik edebiyat donuk, statik, yerinde sayan, kendini tekrar eden bir edebiyat değil. Değil. Yani kendi içinde yenilikleri olsaydı 700 yıl devam etmezdi, bu kadar çok sanatkâr yetişmez. Eee, mesela eee, ben lisedeyken o zamanki etiman bize öğretilen işte gazel: aşk, kadın, tabiat, başka bir şey yazılmaz. Hayır efendim, öyle bir şey yok. Adam baş ağrısına bile gazel yazmış. Evet, İstanbul’da eee, kış çok şiddetli geçmiş, boğaz donmuş, gemiler yaklaşamamış, kıtlık zuhur etmiş. Bunun üzerine uzun uzun mesneviler var. Sosyal hayat olduğu gibi Divan edebiyatının içinde. Bu da Divan edebiyatına belli başlı eleştirilerden biri: hayattan kopuk, gerçek... Öyle diyorlar. Oysa hayat olduğu gibi. Hatta o kadar ki vakfiyelere, cami girişlerine, köprülere yazılan... O zamanın anlayışını, estetiğini istikbale postalayamaz. Katilleri... Evet, padişahın indirilmesi, kazan kaldırmalar, Yeniçeri isyanları, hepsi zamanın Divan şiirinde makes bulmuştur. Evet, Nefi yazıyor zamanın sadrazamına eee... Nefi biliyorsunuz, Nefi öfkeli bir şairdir, biraz haddimi açacağım, affınıza sığınarak.
Sunucu: Estağfurullah hocam.
Ömer Demirbağ: Sadrazam ne demek? Osmanlı’da 17. yüzyılda sadrazam olmak, krallarla protokolde eş olmak demek. Sadr-ı Azam yani başbakanla karıştırılmamalı. Devleti ebed müddetin bütün dizginlerini eline almak demektir. Evet, Nefi zamanın sadrazamına yazıyor: “Gürcü hınzırı asam asamu muazzam a köpek / K de sen k de nigehban alem a köpek.” Allah Allah. 32 beyittir. Evet, “a köpek”ler redif, 32 kere tekrar edilir şiirde. Evet, akıl almaz hakaretler. Evet, bunu yazdı diye en ufak bir soruşturmada geçirilmemiş. Sanatkâra verilen özgürlüğe dikkatinizi çekmek isterim. Ama sonra boğdurulması, isyan halindeki Yeniçeri’ye destek verdiği içindir, şiirinden ötürü değil. İşte efendim, Sultan Murat sihamı kazasını okuyormuş da, yıldırım çakmış da, bunları geçin. Bunlar söylenti. Esas Nefi’nin boğdurulması sebebi şu: Nefi tek kişilik bir medya ve başa geçen her padişah ve sadrazam Nefi’yi memnun etmek zorunda. Yoksa hicveder. Hicvederse olanca devlet ciddiyeti yerle bir. Nefi yüzünden 3 ay kadar sadrazamlık makamı boş kalıyor, kimse korkusundan sadrazam olamıyor. Allah Allah. Nefi hicveder diye. Adam hicve, öz babasını bile esirgememiş: “Peder değil bu belayı siyahtır başıma.” Babası için yazıyor bunu. Bu kadar etkili olduğu için korkutmuş zamanın idaresini. Çok yanlış yapmışlar. Nefi gibi bir sanatkâra kıyılmaz. Uzağa gönder, Yemen sürgün, orada yazsın. Boğdurulma... Böyle bir sanatkâra maalesef Nefi’ye kıymışlar. “Tutii mucize-güyem ne desem lâf değil / Çerh ile söyleşemem ayinesi saf değil.” Yazan Nefi, besteleyen Itri. Itri. Evet, zirveler buluşmuş burada. Ve kendine şiir söyleyen tek şair: “Tutii mucize-güyem.” Mucizeler söyleyen o tuti benim. Benim sözüm öyle herhangi bir laf değil. Ben feleği bile muhatap kabul etmem çünkü onun gönlü saf değil diyor. Allah Allah.
Sunucu: Mevlevi değil mi hocam?
Ömer Demirbağ: Mevlevi, Erzurum fakat yani tam bir seyr-i süluk, bir tasavvufi manada bir kemal halinden söz etmek güç. Yani düşünün ki eee, Mevlana Celaleddin-i Rumi’ye bile yazdığı şiire “Merhaba” diye başlıyor, o kadar pervasızdır. Evet, zamanın padişahına yazdığı şiirde “Aferin” diyor padişaha: “Aferin ey ruzigar şehzarı safi arşa as / Şimden geru tığı Süreyya cevheri.” Genç Osman’a bunu yazıyor. Ancak padişaha “Aferin” diye söze başlamak, Nefi ki korkunç mağrurluğu gösterir. Şimdi hocam, Nabi’nin kendi zamanın ve önceki şairleri eleştiren birkaç beyti var önümde, baksana: “Ekser sanı şairi ham zülfü sümbül gülü bülbül me yü cam rehi nare refte de / Cevlan edemez sapa vadileri seyran edemez edemez saydı meani bülend atamaz gayrı şikâra kement diyerek söyleme şiiri tehi manadan ağını çekme balıksız mdan güzel.” Orada sözü bir denize benzetiyor, söz söylemeyi o denize ağ atmaya, hikmeti de ya da orijinal söyleyişi de o denizde balık yakalamaya benzetiyor. Dolayısıyla kendi döneminde ve içinde dinamik bir şey aslında. Bizim klasik şiirimiz 1 yüzyıldır abi dönemi, 17. yüzyılda Divan edebiyatımızda ciddi bir tıkanma başlamış. Öyle olunca yenilik çabaları var. Nabi onu söylüyor işte. Mesela eee, bir gazelinin makta beyti aklıma geldi: “Nabi ile ol afetin ahvalini naklet / Efsaneyi Mecnun ile Leyla’dan usandık.” Müthiş! Evet, çok güzel. “Efsaneyi Mecnun ile Leyla’dan usandık. Sen Nabi ile bu afetin durumlarını anlat.” diyor. Yenilik arzusu, artık günümüze gelin diyor. Doğrudur. Kendi içinde elbette öncekiler söylemiş bir şey söylenmişse artık o söylenmez. “Bir suda bir kere yıkanılır.” Galip demiyor mu: “Haide edaya sunma kim el bir kerra anı demişler evvel.” Müthiş! Büyük şairler daima orijinalite arar. Nabi’nin de bu gayretleri artık 17. yüzyılda doygunluk alametleri veren, aynı konuları durmadan işleyiş, aynı mazmunların eskimesiyle ilgilidir. Artık Divan şairi yeni şeyler yapsın diyor. Doğrudur. Nitekim Sebk-i Hindî başlıyor, hikemî tarz canlanıyor. Nabi’den sonra da epey büyük şairler yetişiyor. Nabi ile çağdaş olan şairlere bakın: Nefi, Şeyhülislam Yahya... Evet, ondan sonra Nailî, Fehim. Bunlar şimdi aklıma gelenler. 100’den fazla Nabi’nin zamanında hayatta olan Divan şairi var. Böyleyken eee, Divan edebiyatı önceki yüzyıllarda gelen büyük ustaların taklidinden artık kurtulmak istiyor. Yeni şeyler söylemek gerekir. Kendi içinde kendi kendini tazeledi.
Sunucu: Bu Şeyhülislam Yahya dediniz, aklıma geldi: “Mescitte kıl riyâ pîşeler etsin riyâyı / Meyhaneye gel kim ne riyâ var ne mîr.” Bir Şeyhülislam bunu nasıl söyler hocam?
Ömer Demirbağ: Efendim, nereye sığdıracak? Bu, şairlik biraz pervasızlık demek, haddini bilmezlik demek. Çok insanlar “Şair işte.” deyip geçecektir. Şairler yalancıdır çünkü. Gerçi Fuzuli’nin bir beyti var malum: “Anız Leylâ ile Mecnun’da yer, Fuzuli de kim, güzellerde vefa var / Aldanma ki şair sözü.” Elbette yalan. Şairler eee, hak ve hakikat cihetinde çok fazla ciddiye alınmazlar, mazur kabul edilirler. Nesimi ile bizde başlayan ürpertici, çılgın, haddini aşan söyleyişler özellikle 17. yüzyılda moda haline gelmiştir. Okuyucuyu şaşırtmak isterler. Şaşırtmak isterler. Tabii tabii tabii. “Sün sağı garı sâ kıyı bana mestâne desinler.” Bunu da Şeyhülislam diyor. Evet, zamanın İslam hukukunu temsil eden en yüksek makam. Evet, Şeyhülislam, istediği zaman padişahı bile düşürebiliyor tek bir fetvayla. “Sün sağı garı sâ kıyı bana mestane desinler / Uslanmadı gitti gör o divane desinler / Doldurmada her kişi kadehini bunda şimden geri bu mescide meyhane desinler.” Allah, tezata bakın. Mescit ve meyhane aynı mısra içinde. Evet, o zamanın modasıdır tabii. Bin bir mecaza, bin bir çağrışıma yer vardır. “Ben onu öyle demek istememiştim, bunu kastetmiştim.” diyebilirler. Şairler mazur görülür. Amaç okuyucuyu sarsmak, şaşırtmak ve etkilemektir.
Sunucu: Ben de şöyle bir yorum düşündüm hocam: “Mescitte kıl riyâ pîşeler etsin riyâyı / Meyhaneye gel kim ne riyâ var ne mîr.” Gerçekten Şeyhülislam olan bir zat muhatabını meyhaneye çağırıyor olamaz. Ancak şöyle olabilir: Mescitte, dolayısıyla imtiyaz elde etmek, sınıf elde etmek isteyenlere karşı bir ikaz koyuyor olabilir.
Ömer Demirbağ: Tabii tabii. Yani eee, din ve ibadet yoluyla benim huzuruma gelip benden imtiyaz elde etmeye çalışmayın demek istiyordur diye düşündünüz, doğru.
Sunucu: Hocam şimdi bu Şeyh Galip’in tarzı selefe takaddüm etmek, hatta eskilerin tarzından da öne geçmek bağlamında... Son yüzyılda biz Yahya Kemal’in “Eski Şiirin Rüzgârıyle” adlı kitabını görüyoruz. Ama Yahya Kemal’in başka bir rüzgârı yok ki! Niye ona “Eski Şiirin Rüzgârıyle” diyor?
Ömer Demirbağ: Efendim, zamanındaki işte az önce bahsettiğim mahalle baskısı o kadar kuvvetli ki Yahya Kemal gibi bir şair eserine “Divan” adını vermiyor. Aslında bal gibi divandır o. O bir “Divan-ı Yahya” olurdu. Ancak “Divan” bile diyemiyor, “Eski Şiirin Rüzgârıyle” diyerek gelen tepkileri hafifletmeye çalışıyor. Dehşetli bir reddediş vardır Divan edebiyatına karşı. Yahya Kemal buna karşı ancak öyle diyebilmiş. Bal gibi aslında bir divan yazmıştır Yahya Kemal. Düşünün mesela: “Ne kaldı ruha teselli şaraptan başka / Boğazda üç gecelik mehtaptan başka / Bu halka verecek mülkü malımız nedir / Hayat uzayan ıstıraptan başka.” Bu bir gazel, harika bir gazel! Şimdi bunu nereye koyacaksınız? Hani ölmüştü Divan şiiri? Yahya Kemal de pırıl pırıl parlıyor. Bir rubaisi var, çok hoşuma gider: “Gâh neye, gâh meye uydûk gittik biz / Dili erbâb-ı zekâ riyâyı mezhep bildi, biz dili divâneye uydûk gittik.” Olduğu gibi eski şiirin, klasik şiirin ruhudur. Ve mesela vahdet-i vücut telakkisi hakkında Yahya Kemal’in harika bir rubaisi var: “Bir zümre odur hâlık-ı mutlak dediler / Bir benzeri yok bu muhakkak dediler / Bir kerre görenler o Rabb-i ezelî / ‘Dilmesi retle ene’l-hak’ dediler.” Allah Allah! Müthiş Kemal’dir bu.
Sunucu: Evet hocam. Şimdi siz Osmanlı Türklerinin başkent merkezli oluşturduğu, Arapçayı, Farsçayı yeniden yorumlayarak kendi gündelik dillerinin içine aldığı bu edebiyatın şiirine klasik diyorsunuz ya, bunun bir de vezni var tabii. Evet ve ilmi aruz diyor değil mi? Eskiler aruz ilmi diyorlar. Evet. Peki hece şiirini de klasik sayıyor musunuz?
Ömer Demirbağ: Elbette. Karacaoğlan bizim klasiğimiz mi? Tabii ki öyledir. Hece, parmak hesabı, hecelerin mısrı oluşturan hecelerin toplamıdır, duraklar filan. Aray da olabilir. Eee, saz gibi dışarıdan bir ahenge ihtiyaç belirtir. Ancak aruz kendi iç musikisinden ötürü dışarıdan desteğe ihtiyaç belirtmez. Aruzun kendi iç musikisi vardır, apayrı bir ilimdir. Araplarda doğmuştur, Farslarda, oradan bize geçmiş. Yüzyıllar içinde Türk aruzu ortaya çıkmış. Önceleri almışız fakat kendi arzumuzu bulmuşuz ve günlük konuşma diline o kadar ustalıkla uygulamışlar ki Türk aruzu bugünkü Türk sanat musikimizin temelidir. Evet. Nedir aruz? Liselerde çizgi nokta çizgi diye çok sıkıntılı bir bulmaca olarak öğretilen aruz gereksiz sanılır. Hatta öğrencilerim: “Hocam, niye şiirlerini hep buna uydurmak zorunda kalmışlar?” Ben soruyorum: On binlerce şair, evet on binlerce ve yüzyıllar boyu her yazdığı mısrı niçin bu kalıplara uydurmak zorunda kaldılar? O kadar gereksiz idiyse... Demek ki bizim görmediğimiz bir şey var. Şunu göremiyoruz: Aruz nedir? Failatün nedir? Bunlar aruz, Doğu aleminin notasıdır. Batıda do-re-mi-fa neyse, bizde failatün olur. Ritmi yani. Elbette bestelenmek için yazılan parçalarda makamın altyapısıdır. Evet. Şair şiirinin müzik eşliğinde de dilden dile dolaşmasını elbette arzu eder, nesiller sonrasına kalmasını. Bu neyle mümkündür? Aruzla. Aruz ezberlemeye de rahat ezberlenmesini de yardımcı olur. Ayrıca ahengi sağlar. Zamanla Türki aruz öyle noktalara varmıştır ki Akif’te mesela görülür, aruzun ustasıdır. Aruz tek mısrı göremezsiniz: “Geçen akşam eve geldim, dediler Seyfi Baba hastalanmış, yatıyormuş / Nesi varmış acaba? Feilatun feilatun feilatun...” Gidiyor, bal gibi Türkçe. Evet, bu Türk aruzudur. Arap böyle yazamaz. Evet, zamanla bizim kendi arzumuz ortaya çıkmış. Ancak şuna katılamıyorum doğrusu: Eee, işte “Aruz sizin olsun, hece bizimdir.” Niye? Aruz da bizim olsun, hece de bizim olsun. Ne zararı var? Niye “Aruz sizin olsun.” Bu ayrıştırma, bu belli bir noktadan sonra bıçak gibi kesip topluma adeta akıl verircesine “Senin aklın buna erer, ötekini anlama.” demenin altında nasıl bir kıskançlık yatmaktadır? “Leyl sizin olsun, şeb sizin olsun, gece bizimdir.” Dilimizi ayıklaya ayıklaya bu kadar güdük bir hale getirmenin ne anlamı var efendim? Oysa her büyük medeniyet biraz sentezcidir hocam, biraz organize yapar ya. Elbette. Zaten bir kelimenin içinde, bir dilin lisanın içinde başka dillerden geçme ne kadar çok kelime varsa o dil o kadar zengin demektir. Aslında böyledir. Evet, yani arı dil, saf dil dediğiniz Afrika’da klan seviyesinde kabilelerin dilidir ve 300 kelimeyi açmaz. Onlar da insanlarla iletişime geçmedikleri için dilleri saf kalabilmiştir. Şimdi Türkler gibi cihana velvele salan bir millet, bu kadar çok milletlerle iç içe geçen, savaşlar yapan, barışlar yapan, beraber yaşayan bir milletin dili mümkün müdür ki arı olarak kalsın? Mümkün müdür, kalabilir mi?
Sunucu: Şimdi hocam, eee, bu bazı geçmiş devirdeki hükümetlerin, siyasetlerin eski şiir, klasik şiir, kadim şiir, şiir-i Osmani diyelim yahut üzerinde bazı yasal mevzuat gibi düzenlemelerinin zararını gördük biz. Ama popüler kültür içinde de bazen mesela bunlara tesadüf etmek yaralayıcı oluyor. Hatta mesela Gölpınarlı merhumun bile Divan şiirine dair çok sert bir kitabı var. Gerçi sonra tövbe ediyor, istiğfar ediyor. O mahalle baskısı var ya, Yahya Kemal’e eserine Divan bile dedirtmeyen o mahalle baskısı Gölpınarlı’da onu yazdırıyor iş ev. Fakat mesela şimdi Allah rahmet eylesin, Rıfat Ilgaz’ın o meşhur işte Kemal Sunal’ın oynadığı Hababam Sınıfı’nda “Ahest reviş olan ulaşır menzili maksuda / Tiz reftar olanın payına daen dolanır.” Çok hikmetli bir söz. Onu orada bir oyuncunun ağzıyla “Teyzesi defterdar olan damda faytonla dolanır.” buna çevirip eee, yani onu bir istihza, hafifletmek herhalde. Bu aruz eğitiminin zorluğuyla ilgili yani...
Ömer Demirbağ: Şudur yani, sanat kolay olmaz. Olsa herkes yazar, herkes sanatkâr olur. Sanatkârlık zaten imkânsızı başarabilen macerası. Sanatın temelinde bu vardır. Onun için bütün şairler eşsizlik arzusu içindedir. Öyle bir şey, koca Rakıp Paşa kütüphanesinin müdürü şair Haşmet’e söylediği ünlüdür der ki: “Haşmet, öyle bir şiir söylemek isterim ki ne benden önce yazılmış olsun ne benden sonra da yazılmak ihtimali bulunsun.” Aslında bu bütün şairlerde var olan eşsizlik hasretini belirtmektedir. Kolay olsa herkes yazar. Eee, aruz ahengi milim milim sesleri, gram gram kullanmanın salıdır. Mesela Nefi’den bir beyit okuyayım size: “Olur kelime olur yardımcı eylemin başka hiçbir kelime Türkçe değildir fakat seslerle bunun bir savaş tasviri olduğunu anlarsınız.” Evet: “Evci heva siiti çeke çi avazı ra saika rehg künan olur.” Bu bir beyt, bir savaş tasviri yapıyor fakat sesleri o kadar titizlikle kullanıyor ki okuyucu hiçbir şey anlamasa da ne dediğini sezebiliyor. Mesela çok ünlüdür: “O gülen dam bir al şale bürünsün yürüsün / Ucu gibi ardınca sürünsün yürüsün.” Adım atışlara bakın. Bu aruz sayesinde ve sin harflerini niçin bu kadar çok kullanıyor? Etek hışırtıları vermek için. Evet, müthiş. Bu kadar şey ve bu sevgilinin gidişiyle gelişi var. Nailî söylesin: “Kadem kadem gece teşrifi Nailî o mehin / Cihan cihan elemi intizara değmez mi?” Allah Allah. Aruzu alın, geriye ne kalır? Aruz gizli orkestradır. Aruzun ne işe yaradığının gençlere uzla yazılmış bir parçanın orkestra eşliğinde dinletilmesi gerekir. Yoksa bulmacaya dönüşür, çizgi nokta olur. Anlayamıyor çocuk: “Ne gerek vardı?” diyor. “Ben yani bunu bilmesem ne olur?” diyor. Öyle değil. Aruz, sözün musikiye dönüştüğü noktadır. Evet, ya da musikinin neredeyse konuşmaya başladığı nokta. Aruz o kerteye yakalayabilmek.
Sunucu: Şimdi hocam, biraz evvel okuduğunuz o beyit de gerçekten anlaşılması zor bir beyit. Yani illa böyle anlaşılmaz ve kapalı olunca mı klasik oluyor? Böyle mi olmak zorunda? Ya da öyle mi gerçekten? Mutlaka anlaşılır olmak şiiri basite irca eder, o zaman 23 Nisan şiirleri okuyalım, başka okumayalım. O yanlış. Şiirde anlatılan çok, anlatılmayan bizi etkileyen. Söylenmeyen söz bize etkiliyor mısralar. O anlatılmayan belirtileri... Mesela Ahmet Haşim’in meşhur Merdiven’inden bir şey anlayan var mı Allah aşkına? Evet: “Ağır ağır çıkacaksın...” Ne anlatıyor? Çok güzel, harika bir şeyler seziyor ama ne anlatıyor, orası kapalı. “El mana fi batni şair.” Evet, mana şairin içindedir, kında içindedir. Yine mesela Necip Fazıl’ın meşhur, önce de senfoniyi, ilk ismi Çile’ye çevirdi. Daha sonra eee, dikkat edin, açıklayayım derseniz açıklayamazsın, sadece sezersin: “İçtiğim cinnet ne demek bu ya? Eee, aylarca gezindim yıkık ve şaşkın / Benliğim bir kazan ve aklım kepçe / Deliler köyünden bir menzil aşkın / Her fikir içimde bir çift kelepçe.” Evet, kendisi bile izah edemiyor ki okuyucu anlasın. Evet. Orhan Veli ne diyor? “Anlatamıyorum.” Ne demek? Bu demek ki bir şey anlatmak değildir şiir, bir şey anlatamamaktır. Ama şöyle bir yaklaşım da var hocam mesela: “Hikmet amiz gerektir eş’ar ki meali ola irşada medar.” Yani şiirler hikmet dolu olsa gerekir ki irşada bir kaynak olsun, bunun an faydalı olsun, irşada faydalı olsun. Klasik şiirde herhalde bu gözetilmiş bir şey değil mi?
Ömer Demirbağ: Her şey o bir mekteptir. Hikemî tarz bir ekoldür. Hikemî tarz yani hikmetli şiir söylemek, bu tarzda yazan baştan Nabi, Koca Ragıp Paşa geliyor, peşinden yazan şairlerimiz var. Fakat didaktik şiir yani öğretici şiir aslında şiirin intiharı demektir. Şiiri eğitimde kullanmak, bendenize göre –bu benim şahsi kanaatim– son derece kıymetli bir aleti son derece olmayacak bir işte kullanarak köreltmek demektir.